Bilmiyorum hayatımızın hangi döneminde bu saçma bakış açısını öğreniyoruz. Daha önce denemediğimiz bir şeyi, ilk denememizde mükemmel yapmamız gerektiğinden bahsediyorum. İlk denememizde mükemmel yapamayınca, hayal kırıklığına kapılıp, hayat boyu etkilerini üzerimizde taşıyacağımız yetersiz biri olduğumuz duygusunu besleyip büyütüyoruz. En son bu durumu çok açık farketmeme yol açan durum, ailemden çok sevdiğim kişilerin çocuklarıyla geçirdiğim zaman oldu. Dokuz yaşındaki çok sevdiğim bu çocuk, kendisini yeteneksiz ve yetersiz görüyordu. Kendine dışarıdan bir gözle henüz bakamayan bu tatlı çocuğun, böyle düşünmesine yol açacak hiçbir neden yoktu oysa. Ona neden böyle hissettiğini sordum. Sınıfında ondan daha iyi resim yapanlar varmış :) Ben de ondan daha iyi resim yapabiliyormuşum. Ona, anlamasını umut ederek aklımdan geçenleri anlattım. Ona herkesin farklı yeteneklerle doğduğunu ve bir konuda kendini geliştirmek için, onu sıkça tekrarlamak gerektiğini anlattım. Benim ondan yaşça çok daha büyük olmam nedeniyle, daha fazla tekrara yapmış olduğumu ve bunun ona göre daha iyi resim yapabilmemde etkisi olduğunu söyledim. Öte yandan, bence ben ona göre daha iyi resim yapmıyorum. Bu daha iyi kavramı o kadar göreceli bir şey ki. Bazen boş bir kağıda çizilen üç beş çizgi ile onlarca duyguyu canlandıran çizimler ortaya çıkıyor. Daha güzel resim, neye göre daha güzel ? Çok değişken bir alan. Çizimin sizde yarattığı güçlü etki, yanınızdaki başka bir kişide hiçbir etki yaratmayabilir. Yanınızdaki kişinin o çizimdekilere karşılık gelen geçmişi, yaşanmışlıkları ve duyguları olmayabilir. Ve sanki anahtar deliğine giren yanlış anahtar gibi o kapıyı açmayabilir. Kapının arkasındaki onca duygu ve farkındalıklardan habersizce, başka bir kapıya ilerleyebilir. Ben ona anlatmaya çalıştımsa da, o henüz bu bilgiyi almaya hazır değildi ve konuşmamın yarattığı pek bir farkındalık olmadı. Daha sonra aklıma geldi. Ben de hayatımın bir döneminde onun yerindeydim. Blues armonika çalmayı çok istemiştim. Çok sevdiğim arkadaşlarım, bana ders verecek harika bir öğretmen buldular. Açıkçası, derslerin ilk baştakileri hem benim hem de öğretmenim için hayal kırıklığı oldu. Ben onun nefes alır gibi kolayca yaptığı çalma eyleminin, belki ancak % 1’ini yapabildim. Onun aklında ise üç derste bana bildiklerini anlatıp sonra kendi kendime ilerlemem varmış. Ben üçüncü dersin sonunda sıfıra yakındım. Çalabilmeyi geç, o müziğe armonika ile eşlik edebilmek şöyle dursun, müziğin içerdiği ritmin başlangıç ve bitiş noktalarını bile farkedemiyordum. Bana tekrar eden bir orkestra kaydı üzerine armonika çalarak öğretiyordu. Ben neredeyse hiç yapamazken, onun köpeği uluyarak birebir notayı tutturuyor ve eşlik edebiliyordu. O köpeğe o an ne kadar sinir olduğumu tahmin edemezsiniz :) Hayvan hiçbir zorlanma olmadan bunu yaparken, ben onca saat uğraşıma karşın, onun onda birini yapamıyordum. Hayvanla aramızdaki bu uyum farkı neden vardı ? Ben daha gelişmiş bir canlıysam, neden o daha iyi yapabiliyordu da ben yapamıyordum ? Nedense hızlıca öğreneceğimi düşünmüştüm tıpkı öğretmenim gibi. Oysa her uzmanlığın arkasında uzun yıllar verilen emekler var. Benim ilk denemede yapabileceğimi, öğretmenimin 3 derste öğretebileceğini düşünmesine yol açan neydi ? Bu yanlış algı nereden ve nasıl oluşuyordu ?
Büyürken bir yerlede, bizim için ideal olan yoldan sapıyoruz. Bunda eğitim sisteminin etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Hepimiz bambaşka yapı ve yeteneklerde olmamıza karşın, tornadan çıkarcasına aynı ve merak etmediğimiz bilgilerle yükleniyoruz. Bu süreçte sınav, sözlü ve ödevlerle kontrol ediliyoruz ve öğretmene göre yanlış olduğu düşünülen yerde cezalandırılıyoruz. Oysa hata yapmak öğrenmenin bir parçası ve yöntemi. İlk seferde doğru yapmamış olmak, cezalandırılmaya yol açıyor. Buradan çıkan fikir şu. Doğru olan ilk seferde yapabilmek. Eee ben ilk seferde yapamadığıma göre, demek ki yanlışım, yetersizim, beceriksizim. Falanca kişi zaten benden çok daha iyi yapıyor. Demek ki daha iyisi oluyor. Benim yetersiz olduğumun kanıtı bile var. Öğretmenim onu daha çok seviyor ve takdir ediyor.
Çocuklarla zaman geçirmek, geçmişe yolculuk yapmak gibi. Merak edenleriniz için söyleyeyim. Armonika çalmayı öğrendim mi ? Evet öğrendim. Çok iyi çalabiliyor muyum ? Hayır. Çünkü öğrendiğim başka şeyler de var. Örneğin konunun sadece armonika çalmak olmadığını, blues müziğini tanımak, felsefesini bilmek, ritimlerini nabız atışın gibi bedeninde hissetmek gerektiğini, anlatmak istediğin duygular olması ve müziği yaşamak gerektiğini anladım. Bu öyle haftada bir saat tıngırdatayım denecek bir alan değil. Her sanat dalı gibi onunla birlikte yaşamak ve duygularını notalar yoluyla dışa vurabilmek demek. Fiziksel bedeninizi, yaşadığınız hayatla harmanlayıp sese dönüştürmek demek. Ben armonikaya hiç bu kadar zaman ayıramadım ya da ayırmadım. Kendimi ifade etme yöntemim fotoğrafa dönüştü, yazıya dönüştü, öğrenmeye dönüştü. Şimdi hayata baktığım nokta, armonika öğrendiğim döneme göre bambaşka. Dokuz yaşında bir çocuğun yaşadığı çelişkileri görebiliyorum. Nasıl gerçek kendisi ile başkalarının olmasını istediği kendisi arasına sıkıştığını görüyorum. Bu sıkışma ile sahip olduğu harika değerleri nasıl göremez hale geldiğini görebiliyorum. Peki süreci değiştirebiliiyor muyum ? Hayır. Ama şunu biliyorum ki herşeyin bir etkisi vardır. Bu yazı suya atılan bir taş gibi. Etkileri daha büyük dalgalara dönüşecek. Kendimizle, toplumun ideal değerleri arasına sıkıştığımız bu süreci bizler değiştireceğiz. Hemde öyle 100 yıl falan almayacak. Gelecek 10-20 yıl içinde bambaşka bir dünyada yaşıyor olacağız. Herkes sahip olduğu kendine özgü değerlerle, bir yere sıkışıp kalmadan hayatını yaşamaya başlayacak. Bu hayata en iyi versiyonumuzla geliyoruz. Tek yapmamız gereken, sahip olduğumuz değerleri farketmek ve o değerlerle üretmek.
Size farkındalıklarımdan bir başkasını yazarak bu blog yazısını bitireyim. Eskiden çizdiğim her şeyin birbirinden çok farklı olması gerektiğini düşünürdüm ve birbirine benzediklerini görünce canım sıkılırdı. Her çizdiğimin bir öncekinden çok farklı olmasını istememe yol açan neydi bilmiyorum. Sonraları fotoğraf çekmeye başlayınca, her çekimde birbirinden farklı 1000 kompozisyon çekebilmem gerektiğini düşünmeye başladım. Ve tabi ki bu olamadı. Şimdilerde biliyorum ki herkesin kendine özgü bir tarzı var. Bu onun imzası gibi. Çizdiklerimin bir ruhtan çıktığının anlaşılması çok doğal. Çektiğim fotoğraflarda kompozisyon sayısı değil, o kişilerle keyifli zaman geçirmek ve onların duygularını fotoğraf karelerine taşıyan doğal fotoğraflar çekmek önemli. Kompozisyon sayısının 1000 veya 10 tane olmasının bir önemi yok. Tüm bunlar yaşımın mı yoksa yapımın mı getirdiği farkındalıklar bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, kendimi çok daha rahat ve mutlu hissediyorum. Kimseyle rekabet etmek zorunda değilm, her yaptığım şey, attığım her adım, beni bir önceki güne göre daha ileri taşıyor. Sahip olduğum en güzel giysi, kendi kişiliğim. Ne bol, ne de dar geliyor. Tam bana göre. Ve neden bunca yıldır elbise dolabından bunu seçmemişim ki ?
<img src="https://images.squarespace-cdn.com/content/v1/540d8c5ae4b02405057a24b0/1550323431120-ELT5OCF013UCMS32RLVH/giresun-yaylasi-demet-argun-blog.jpg" alt="Bu blog yazımın fotoğrafı bir yayla fotoğrafı. Giresun’dan. Memleketimin her yeri ayrı güzel." />
Bu blog yazımın fotoğrafı bir yayla fotoğrafı. Giresun’dan. Memleketimin her yeri ayrı güzel.
Not: Blog yazılarımı düzenli takip etmek isterseniz aşağıdan e-posta adresinizle kayıt yaptırabilirsiniz.
Comments