Kendin ol veya kendini sev sıkça duyduğumuz bir söz. İçinizden bunun nasıl yapılacağını bilen var mı ? Yöntemi bilinmeyen bir öğüt ama söylediğimiz kişinin bir şekilde bizi anlamasını ve uygulamasını bekliyoruz. Garip şey. Bu nasıl olacaksa artık.
Bir kişi doğduğunda zaten kendisi gibi. Büyüdükçe kendinden uzaklaşma başlıyor. Kıyaslanma, ailenin, arkadaşların ve toplumun beklentileri seni sen olmaktan alıyor ve ortaya başka birşey çıkarıyor. Artık adı her neyse o oluşumun. Birşey söylüyorsunuz ama içinizden bir his bu sözün size ait olmadığını söylüyor. Bir tür ikilemde kalıyorsunuz ama değişim için kırılma noktası belli değil. Özellikle çocukken ailenizle gittiğiniz misafirliklerde yetişkinlerin sorduğu sorular ve onlara vermek durumunda kaldığınız cevaplar en iyi örnekler bence. Kaç yaşındasın, hangi okula gidiyorsun, derslerin nasıl ? Bu soruların hiçbiri bende cevaplandırma isteği uyandırmadı. İçlerinden biri bana hayatta en çok ne yapmaktan keyif alıyorsun demedi. Bu soruya cevabım çamurdan eşyalar yapmak olurdu o zamanlar için. Zamanın içinde kaybolmama yol açan uğraştı bu. Oysa sordukları sorular tıpkı eğitim sistemindeki gibi ezberlenmiş cevaplara sahipti ve o soruları "bitse de gitsem" hissiyle cevaplandırırdım. Yıllar sonra aynı durumdaki bir çocuğu görünce gözünün içindeki parlamanın, soruyla birlikte nasıl sıfırlandığını çok net görebiliyorum.
Sanırım benim kendimden uzaklaşmam okula başlamamla oldu. Şimdilerde okulu sevmeyişimin nedeni bu galiba :) Çok sevdiğim bir annem var ve tüm anneler gibi beni kendisinden daha iyi şartlarda yetiştirmek için tüm hayatı boyunca elinden geleni yaptı. Herzaman için beni kendinden önde tuttu ve aldığı kararlarda kendisini hep arka planda bıraktı. Kendinden çok bizi mutlu etmeye uğraştı. Hayatta sözlerin değil, sadece deneyimlerin öğrettiği gerçeği beni şekillendirdi ve annem gibi oldum. Eminim annem tam tersini öğrenmemi istemişti ama yıllarca onu gözlemleyen bir çocuk olarak ben onu kopyaladım. Annemin, evde gözlemlediğim rol modelimin aklındaki çocuk ise bambaşkaydı. Bazen bana örnek olması adına, çevresindeki arkadaşlarının çocuklarını bazen de gazete küpürlerinden okuduğu hikayelerdeki kişileri örnek verirdi. O örnekleri duyduğumda canımın çok sıkıldığını ve kıyaslandığım için hem üzülüp hem de sinirlendiğimi hatırlıyorum. Kıyaslanmanın insana verdiği tek mesaj eksik veya yetersiz olduğun. Birileri bu dünyaya senin sahip olduğundan daha fazlasıyla gelmiş demek bir anlamda. Tümüyle çarpık bir bakış açısı. Her kişi birbirinden bağımsız olarak, farklı farklı özelliklerle bir bütün olarak bu dünyaya geliyor. Bu nedenle bir kişiyi bir başkasıyla kıyaslamak, elma ile armutu kıyaslamak gibi.
İlk okuldaki kendimden uzaklaşma süreci (özellikle anadolu lisesi ve fen lisesi sınav hazırlığı modları buna yol açtı) orta okulda hız kazandı. İşin içine kıyaslandığım pek çok konu daha eklendi. Sınıfta öğretmen sözlü yapmak için beni tahtaya kaldırdığında parmak ucumda yürüyordum. Yani normalde hızla gittiğiniz bir yerde son birkaç adımda yapacağınız bu hareketi ben sıradan tahtaya gidene kadar yapıyordum. Kendine yabancılaşmanın yan etkileri. Şimdi bakınca ne anlamsız geliyor. Oysa o an utanma ile karışık garip duygularla o saçma şekilde yürüyordum. Belkide kendimce o süreyi kısaltmaya çalışıyordum.
Ortaokulun başlarında sınıfta sınıf başkanı seçimi olmuştu ve ben de aday oldum. Sınıf arkadaşlarım beni başkan seçti. Tenefüste bir sınıf arkadaşıma birşey söyledim ve bana "sende başkan oldun diye kendini birşey sanma" gibi birşey dedi. Oysa hiç öyle bir niyetim yoktu ve bir sonraki ders öğretmene başkanlık yapmak istemediğimi söyledim ve bıraktım. Sanırım kendimden uzağa doğru koşmaya başlamıştım.
Sizi tüm süreci anlatarak sıkmak istemem. O nedenle son bir örnek daha anlatıp konuyu toparlayacağım. Üniversiteyi bitirip, İngiltere'de dil öğrenip, İstanbul'da çalışmaya başladım. Kafamdaki çalışan insan profili, uçak hosteslerinin giydiği tarzda az topuklu düz, siyah ve sade bir ayakkabı giyiyordu. İş hayatına girmiş biri olarak benim de öyle giyinmem gerektiğini düşündüm. Her nedense artık. Oysa kimse bana böyle bir istekle gelmemişti ama ben toplumun benimsediği ideal insan olabilmek adına yazılı olmayan kuralları uygulamak istiyordum. Gidip kendime öyle bir ayakkabı aldım ve akşam evde yarım saat giydim. Bana bir türlü uymadı. İçimdeki ses sen bu değilsin diye çığlık atıyordu ve ben o sesi dinleyip, o ayakkabıları dışarıda hiç kullanmadan ablama verdim. İş yerinde içimden nasıl geliyorsa öyle giyindim. Çalıştığım tekstil firmasının boyahanesinde dolaşırken o ses bana sen buraya ait değilsin, burada ne arıyorsun diye soruyordu ve ben iç sesime cevap veremedim. Ben de ne aradığımı ve niçin yaşadığımı bilmiyordum. Sadece otomatik pilotta yaşıyordum. Toplumun bana yüklediği fabrika ayarları, beni hiç ait olmadığım bir fabrikada çalışmaya itmişti. Kendi sorularımı ve cevaplarımı bulmadan o ortamdan kurtulamadım.
Daha doğrusu kendimi bulmadan, kendim olmadan hayat değişip şekillenemedi. Ne isteyip ne istemediğimi deneyimledikçe, istediğim şeylere hayatımda daha çok yer vermeye başladıkça kendime de değer vermiş oldum. Bu ise kendimi sevmeme yol açtı ve o sevdiğim halimi daha çok ortaya çıkarabilmek için ona daha çok fırsat verdim. Eskiden pek bir dans deneyimim olmadığı için çok kötü dans ettiğimi düşünüyordum ve hiç dans etmeyerek kıyaslanma riskini sıfırlıyordum. Herkesin eğlenip güldüğü ortamda, ben kendime eğlenme şansı vermiyordum. Şimdilerde kimsenin ne düşündüğünü önemsemiyorum ve canım nasıl istiyorsa öyle dans ediyorum. Müziği dinleyip vücudumla ona uyum sağlıyorum. Ve çevremdekiler güzel dans ettiğimi ve kendime ait bir tarzım olduğnu söylemeye başladı. Bu özelliğim yıllardır içimdeydi ama ben onun önüne duvarlar örüp gün ışığına çıkmasını engelledim. Oysa bunun tam tersini yapmalıymışım.
Şimdilerde hayatımdan daha çok keyif alıyorum çünkü neysem oyum, kimsenin beklentisi gibi olmaya çalışmıyorum. Kendimi seviyorum ve onu olduğu gibi kabul ediyorum. Başkaları ile kıyaslamıyorum. Belkide bu nedenle sahip olduğum pek çok özelliğin başkalarında olmadığını gözlemliyorum. Sahip olduklarım beni ben yapan ve başkalarından farklı kılan özellikler. Onları toplum standartlarına uydurmaya çalışmıyorum ve özgür bırakıyorum. Kendime ve çevremdekilere bakış açım değişti. Artık hayatı daha iyi anlıyorum.
Özetle şunu söyleyerek blog yazımı bitirmek istiyorum. Kendini sevmek veya kendin olmak bir yolculuk ve bir günde olacak bir şey değil. Çocukken başlayan kendine yabancılaşma olmasa bu yolculuk daha keyifli ve farklı ilerleyebilir. Bir hazinenin hergün bir parçasını bulmak gibi heyecanlı ve güzel olabilir. Öte yandan yolculuğun çetrefilli olması sahip olunan değerleri daha mı kıymetli yapıyor bilemiyorum :)
Bu konuda fikriniz varsa yazın lütfen.
<img src="https://images.squarespace-cdn.com/content/v1/540d8c5ae4b02405057a24b0/1485453502637-TTOHGGMUH83MGGJNX6A4/kendini+sevmek+-+demet+argun" alt="Fotoğraf için eşim Aykut Güngör'e teşekkürler. Salda Gölü'nden bir kare." />
Fotoğraf için eşim Aykut Güngör'e teşekkürler. Salda Gölü'nden bir kare.
Eğer yeni blog yazılarımdan haberdar olmak istiyorsanız, ileti adresinizle sayfanın sağ yanından kayıt yaptırabilirsiniz.
Okuduğunuz için teşekkürler ;)
Comments